“Bir kadının onuru ayaklar altına alınırken utancı kim taşımalı?”

İBB soruşturmasında tutuklanan Medya A.Ş. eski Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman, Afyon Cezaevi’nden bianet’in sorularını yanıtladı: “Suçum yok, susmayacağım, onurumuzu koruyacağım.”

“Suçum olmadığını yorulmadan, bıkmadan tekrar etmek, haksızlığa uğrayan herkes adına da bir sorumluluk artık benim için” diyor İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik soruşturma kapsamında tutuklanan Dr. İpek Elif Atayman.

Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-Televizyon Bölümü mezunu olan Atayman, Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı, “Politik Sinema: Costa Gavras” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. 1991–1998 yılları arasında ulusal televizyonlarda görsel yönetmen ve muhabir olarak çalıştı.

1998–2009 yılları arasında Şişli Belediyesi’nde Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Danışmanı, 2016–2018’de Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’nde basın danışmanı oldu. 2019’da Ekrem İmamoğlu’nun ekibine katılarak İBB Medya A.Ş. Genel Müdürü görevine getirildi, 2021–2024 arasında İBB İştirakler İletişim Koordinatörlüğü’nü yürüttü.

Ağustos 2024’te ise Şişli Belediyesi’ne bağlı KENTHAŞ’ta Genel Müdür Yardımcılığına atandı.

19 Mart 2025’te gözaltına alınan, 23 Mart’ta ise tutuklanarak cezaevine gönderilen Atayman, bugün itibarıyla 141 gündür özgürlüğünden mahrum.

Kurban Bayramı öncesinde, ailesine ve avukatına haber verilmeden Silivri’den Afyonkarahisar’a sevk edildi. Anlattığına göre, bu sevk sırasında 72 gün hücrede tutulmasının ardından, yaklaşık bir metrekarelik bir kabinde yedi buçuk saat boyunca kelepçeli şekilde yolculuk yaptı. 5 Haziran’dan itibaren cezaevinde kendisine yatak verilmedi, eşyaları çöp torbasında saklandı. Bileklerinde morluklar oluştu, hijyen koşulları ve sağlık hakkına erişim ciddi şekilde kısıtlandı.

Yaşadıklarını “yargılama değil, şiddet ve açık bir cezalandırma” olarak nitelendiren Atayman, bu süreçte en çok onuruna yönelen saldırıya dikkat çekiyor ve şu soruyu soruyor:

“Bir kadının, bir insanın onurunun ayaklar altına alınmasının utancını ben mi taşımalıyım, yoksa bu muameleyi layık görenler mi?”

Medya A.Ş. eski Genel Müdürü Dr. İpek Elif Atayman, bianet’in sorularını yanıtladı:

“Suçsuzluğum bana büyük bir haklılık duygusu veriyor”
100’ü aşkın gündür özgürlüğünüzden mahrumsunuz. Bu süreci en çok hangi yönüyle tarif edersiniz?

Kaçınılmaz olarak büyük bir ‘yokluk ve yoksunluk’ hali oluyor. Kapıdan çıkamamak, kapı açıldığında sadece memurları görmek, günlük yaşamın cezaevi düzenine göre şekillenmesi bu yaşta ağır bir mahrumiyet duygusu yaratıyor.

Çalışarak, üreterek geçirdiğim yılların ardından bir anda özgürlüğümden koparılmak, sadece fiziki değil, zihinsel, sosyal ve mesleki olarak da bir tür değersizleştirilme ile karşı karşıya olduğunuzu hissettiriyor. İddianame olmadan uzun süre cezaevinde tutulma pratiğinin bir örneği de benim artık. Bu tutukluluğun bir tedbir değil, bir cezalandırma olduğunu düşünüyorum.

Sözün özü; yokluk, yoksunluk, izolasyon, değersizleştirilme ve cezalandırma kavramlarıyla bu süreci tarif edebilirim. Öte yandan kaçınılmaz olarak bu duygular insanı bazen yakalasa da, asla bunlara teslim olmadan sarıldığım güçlü bir umudum var; o da haklılık duygusu. Suçsuzluğum bana büyük bir haklılık duygusu veriyor, buna sımsıkı tutunarak, inanarak sabırla bekliyorum.

“İnsanca yaşamak için içeride de dışarıda da büyük bir mücadele gerekiyor”
Silivri’den Afyon’a nakliniz sonrası yeni cezaevine uyum süreciniz nasıl geçti? İlk günlerinizi hatırlıyor musunuz?

Silivri’de 70 küsur gün tek başıma tutulduktan sonra, aileme ve avukatlarıma haber verilmeden bir kabinde 7,5 saat boyunca kelepçeli şekilde Afyon’a götürülmem fiziki olarak büyük bir zorluktu. Ama insan onuru açısından daha büyük bir yüktü.

Bir kadının, bir insanın onurunun ayaklar altına alınmasının utancını ben mi taşımalıyım, yoksa aylardır suçunu dahi öğrenemeyen bir tutukluya bu muameleyi layık görenler mi yaşamalı, bunun takdirini vicdanlar veriyor.

İlk günüm yaklaşık 30 kişilik dumanlı bir koğuşta bir sandalyede oturarak, buradaki insanları tanımaya çalışarak ve şartları gözlemleyerek geçti. İlk hafta tabi ki travmatikti; 500 sayfalık kitabı 2 günde bitirdim. Tüm düşüncelerden, olan bitenden kaçarak, zihnimi başka bir yere odaklamaya çalıştım bilinçsizce muhtemelen.

“Ulaşım zor, ziyaret kısıtlı, süre yetersiz”

 Cezaevi koşullarını fiziksel ve psikolojik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Günlük hayatınız nasıl geçiyor?

Sabah 08:30’da sayım verilerek başlıyoruz güne. Sonra herkes kahvaltısını yapıyor, koğuş temizliği, ardından tüm günü yatakta kitap okuyarak tanımlıyorum. Cezaevi koşulları fiziksel ve psikolojik olarak çok sınırlayıcı.

Büyük yoksunluk cezaevinde olmak. Koğuş kalabalık, hijyen koşulları standartların çok altında, ortamdaki sigara dumanı içmeyenler açısından çok yıpratıcı.

İlk günlerde dumandan kaçmak için avluya yakın bir sandalyede zaman geçiriyordum ama artık mecburen alıştım. Türkiye’de insanca yaşamak için içerde de dışarda da ruhen, bedenen çok boyutlu bir mücadele gerekiyor.

Sağlık durumunuzun kötüleştiği yönünde kamuoyuna yansıyan bilgiler var. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Gerekli sağlık hizmetlerine erişiminiz var mı?

Doğal olarak kötüleşti; 56 yaşındayım, tansiyon ve aritmi problemlerim arttı. Uyku problemi çekiyorum. Ayrıca anksiyeteye karşı psikiyatrist ile görüştüm, ilaç verdiler. Kendimce nefes egzersizleri yapmaya çalışıyorum.

Ailenizden ve özellikle 80 yaşındaki anneniz ile çocuğunuzdan ayrı kalmak sizin için nasıl bir duygusal yük oluşturuyor?

Annem babam 80 yaşında; onlardan ve oğlumdan ayrı kalmak tabi ki kolay değil.  Küçük bir aileyiz; her zaman yanlarındaydım, şimdi onların bana ulaşmaya çalıştığını görmek zor geliyor. Bu yaşta bana moral vermeye çalıştıklarını görmek yüreğimi sızlatıyor. En çok, üzülmelerine üzülüyorum.

Oğlum ve babam her hafta gelmeye çalışıyorlar ama Afyonkarahisar gibi İstanbul’dan kilometrelerce uzakta bir yere gönderilmek görüşmeyi çok zor hale getiriyor. Ulaşım zor, ziyaret kısıtlı, süre yetersiz.

Tutukluluğum bu haliyle bir cezalandırma, ama sadece ben değil benimle birlikte ailem de cezalandırılıyor. Cezaevinde özellikle kadın tutuklular için bu kopuşun etkisi daha derin. Anneliğin duygusal yükü, cezanın bir başka yanı.

“Sakladığım bir sır yok"

Bu tutukluluğun yargı sürecinden çok bir cezalandırma biçimine dönüştüğü söyleniyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Kesinlikle katılıyorum. Yoksa evimde de tutulurdum veya adli kontrol şartıyla bu süreç devam edebilirdi. Bir iddianame yok. Sabit ikametgâhım var, emekliyim, sabıka kaydım yok ve tüm iş süreçleri kamu denetiminden geçmiş bir yöneticiydim.

Yasalar zaten tutukluluğu en son seçenek olarak ele alıyor. Ancak aylık tutukluluk incelemesinde, delilleri karartma ve kaçma şüphesi ile adli kontrol tedbirlerinin benim için yetersiz kalacağı gerekçe olarak belirtilerek, tutukluluk kararı tekrar ediliyor. Hangi delil, hangi örgüt…Ne kadar onur kırıcı. Sakladığım bir sır yok.

Ailem ve dostlarım dışında değerli bir varlığım var, gidecek bir yerim de yok. Bir yere kaçacak olsam, emekli maaşımla kaç gün yaşayabilirim…Trajikomik bir durum olarak bunu söyledim. Hangi parayla, nereye kaçacağım…İşin şakası bir yana, ben bu memleketin evladıyım, hiçbir yere gitmem.

O kadar eminim ki beraat edeceğime, ortada bir suç yok çünkü. O yüzden suçsuzluğuma sonuna kadar sahip çıkacağım ve bir suç işlemediğimi en güçlü şekilde söylemeye devam edeceğim.

“Mahpusların  sorunlarını dinliyorum”

İstanbul milletvekillerinin cezaevine gelip sizi ziyaret etmesi size nasıl bir destek ve moral sağladı? Bu ziyaretin sizin için anlamı neydi?

Sadece İstanbul değil, diğer illerden de milletvekillerinin çok değerli ve moral verici ziyaretleri oldu. Halen de oluyor. Sadece benim durumumu değil, cezaevi şartlarını ve buradaki tüm tutuklu kadınların durumunu konuşuyoruz. Derdimiz ortak. Bu sahiplenme, yalnız olmadığınızı hissettiriyor.

Kaldığınız cezaevinde başka tutuklularla iletişiminiz nasıl? Dayanışma imkânı bulabiliyor musunuz?

Koğuşta iletişimimiz çok iyi. İş bölümü var aramızda. Her birimiz bir işin ucundan tutuyoruz. Bir televizyon var, anlaşarak seyrediyoruz, kitap alışverişi yapıyoruz. Bazıları kursa gidiyor, okuma yazma öğrenmelerine yardımcı oluyorum. Kiminin mektuplarını yazıyorum. Ne yapılabilir ki cezaevinde. Hikâyelerini dinliyorum… Buradaki dayanışma, insanın tutunmasına, ayakta kalmasına gerçekten yardımcı oluyor.

“Adalet mutlaka gelecek”

Size göre bu yaşadıklarınız yalnızca bireysel bir mağduriyet mi, yoksa daha büyük bir hukuksuzluk tablosunun parçası mı?

Yaşadıklarım elbette kişisel olarak ağır bir mağduriyet. Ancak bu durumun sadece bana özgü olmadığı açık. Tıpkı diğer İBB soruşturması tutukluları gibi iddianame olmadan aylar geçiriyorum; SEGBİS üzerinden yapılan aylık tutukluluk sorgularında yüzüme dahi bakılmadan otomatik devam kararları veriliyor.

Yani bir suç iddiası varsa, bu durum kişi özelinde değerlendirilir. Böyle bir durum söz konusu değil. Savunma hakkının şeklen tanındığı ama fiilen engellendiği bir ortamda, yaşadığım büyük bir hukuksuzluk.

Hak ve özgürlüklerin tehdit altında olduğu, hukukun kişiden kişiye değiştiği, somut deliller yerine algıların belirleyici kılınmaya çalışıldığı bir ortamda kimsenin kendini güvende hissetmesi mümkün değil.

Hukuktan uzaklaşan bir anlayışla bu adaletsizlikler genişleyerek başkalarını da içine alsa, ülkenin vicdanı ve dalga dalga büyüyen dayanışma ile beklediğimiz adalet mutlaka tecelli edecek.

“Türkiye sadece hukukla yol alabilir”

Tüm bu yaşananlardan sonra ‘adalet’ kelimesi sizin için ne ifade ediyor? Umudunuzu koruyabiliyor musunuz?

‘Adaletin yarısı yasa, yarısı vicdandır’ demişti bir hâkim büyüğüm. Bu sözü, yüzüme bakılmayan her SEGBİS duruşmasında daha iyi anlıyorum. Yine de umudumu kaybetmiyorum.

Bu ülkeyi çok seven ve Cumhuriyete en derinden inanın biriyim; en çok da bu yüzden umudum büyük. Halen vicdanlı insanların olduğuna inanıyorum. Gelen mektuplarda, destek mesajlarında gördüğüm adalet arayışı umudumu diri tutuyor. Türkiye’nin sadece hukukla, adaletle yol alabileceğini herkes çok iyi gördü; bu bile umut etmek için yeterli.

“Dayanışma yalnız olmadığımı hissettiriyor”

Cezaevinde geçirdiğiniz bu süre boyunca sizi ayakta tutan şey ne oldu? Dayanma gücünüzü nereden alıyorsunuz?

Çok sevenim varmış, sağ olsunlar. Ailem, dostlarım ve tanımadığım pek çok insanın gönderdiği içten mesajlar, gösterdiği dayanışma bana güç veriyor.

Ayrıca hayatım boyunca savunduğum değerler ve benimsediğim duruş da dayanma gücümü kaybetme lüksüm olmadığını bana her daim hatırlatıyor.

Güçlü bir vicdana ve sanılanın aksine tüm baskılara rağmen büyük bir direnme ve dayanışma gücüne sahip bir toplum olduğumuzu hatırladığımız için de çok mutluyum. Bu da elbette moral veriyor. Suçum olmadığı yorulmadan, bıkmadan tekrar etmek, haksızlığa uğrayan herkes adına da bir sorumluluk artık benim için. Dayanma gücümün bir başka kaynağı bu diyebilirim.

Bu süreçte dışarıdan gelen dayanışma mesajları, kamuoyunun ilgisi size nasıl yansıyor? Sesinizi duyurabildiğinizi düşünüyor musunuz?

İnanır mısınız, medyaya yansıyanların dışında, tanımadığım birçok insandan mektup, mesaj ve kart alıyorum. Bu sayede tanımadığım pek çok insana dokunabildim.

Hepsi dayanışma duygusuyla, içtenlikle yazılmış. İnsanlar yalnızca geçmişteki görevim dolayısıyla değil, yaşanan adaletsizlik karşısında hissettikleri ortak kaygı nedeniyle benimle bağ kuruyorlar. Hatta başka cezaevlerinden bile mektuplar geliyor; içeriden, dışarıdan pek çok kişi yazıyor.

Ortak bir adalet talebi etrafında buluşan bu insanlar, yalnız olmadığımı hissettiriyor. Kamuoyunun ilgisi sayesinde yaşadıklarımın görünür hale geldiğini ve sesimin şu ana kadar duyulduğunu düşünüyorum. Ancak adalet çağrıma ne zaman yanıt verilecek hep birlikte göreceğiz.

“Süreç yolumu berraklaştırdı”

Bu yaşadıklarınızdan sonra Türkiye’de hukuk, özgürlük ve insan hakları mücadelesine dair düşüncelerinizde bir değişiklik oldu mu?

Bir arkadaşım mektubunda şöyle yazmıştı: ‘Elif, böyle bir şey senin bile başına geldiyse, bizim de başımıza gelir.’ Aslında bu cümle, yaşadığımız sürecin özeti. Karşı karşıya kaldığım adaletsizlik, herkesin özgürlük ve güvenlik hakkının ne kadar kırılgan olduğunun bir göstergesi.

Hak, hukuk, adalet sorunu; gündelik hayatının orta yerinde doğrudan hepimizin meselesi haline gelmiş durumda. Kadınlar açısından durum daha da karmaşık. Sistem, kadına karşı çok katmanlı bir eşitsizliği zaten pek çok alanda dayatırken; böyle bir süreçte hem mesleki hem sosyal hem de temel insani haklar açısından daha fazla kırılganlaşıyor kadın.

Düşüncelerim benzer, ben de değişmedim, ama bu süreç yolumu daha berrak hale getirdi; ‘Suçun yok, susma’ diyorum, önce kendime. Hukuk, özgürlük ve insan haklarına dair yaşadıklarım, suçsuzluğumu daha yüksek sesle söylemem gerektiğini açıkça gösterdi.

İLGİLİ HABERLER